10 Ocak 2013 Perşembe

THE SECRET OF CRICKLEY HALL


   İngiliz yapımı olan bu dizinin benim için en güzel yanı sadece 3 bölümden olaşan bir mini dizi olması ve tabii ki kulağıma sağladığı British aksanı :) Dizi çok satanlar listesinde yer alan bir kitaptan uyarlama ve güçlü bir kurgu ile ilerliyor. 1943 ve 2012 yıllarında yaşanan olayları üst üste örtüştürerek anlatması bana önce zaman kayması mantığını mı uygulayacaklar diye düşündürürken sonradan aslında bir hayaletli ev senaryosu olduğu ortaya çıktı. Fakat içinde fazlaca dram barındıran bir senaryo.

   Keyifle izledim ve izlenmeye değer olduğunu düşünmekteyim. Şöyle ki;

Giriş:

Hayaletli filmlerin vazgeçilmezi ürkünç ev Crickley Hall
   İlk bölüm  Londra'da yaşayan  Eve'in (anne) dizinin yarısının konu edileceği yetimhaneyi ve yetimlerin yaşadıklarının bir sahnesini gördüğü rüyanın görüntüleri ile başlıyor. Eve , Gabe (baba) ve evin üç çocuğu mutlu ama yoğun bir sabaha uyanıyorlar.Cam (küçük oğlan) ile annesinin arasında yer alan ilginç psişik bağlantı aynı anda uyanmalarına bazen aynı rüyayı görmelerine ve yanyana değilken bile bazen birbirlerinin sesini duyabilmelerine olanak sağlıyor. Bir de sadece ikisinde olan benzer bir parmak yamukluğu var ki ne alakası olduğunu hala çözebilmiş değilim. Enteresan olan tüm aile bunu gayet normal karşılıyor, diğer 2 kız Loren ve küçük Cally neden kendi sesinin duyulmadığını dert etmiyor. Derken herkes işine gücüne dağılıyor yorgun annemiz arabayla ilerlerken ısrarlarına dayanamadığı küçük oğlan Cam'i parka götürüyor. Cam parkta oynarken bir anlığına uyuya kalan Eve uyandığında oğlunu bulamıyor ve asıl kurgu bundan sonra başlıyor.

Çocuğunu arayan zavallı anne Eve
Kaybolan Cam'den sonra kalan diğer 3 aile üyesi Loren burada göründüğü gibi kambur değil.  Gabe ise burada göründüğü gibi çok yakışıklı
Gelişme:

   Uzun aramalara rağmen küçük Cam'den bir haber gelmemiş ve kaybolmasının üzerinden 1 yıl geçmiştir. Yakışıklı babamız Gabe acılı annenin ızdırabının yıl dönümünde artacağını düşündüğünden şehir dışında aldığı kısa süreli bir iş teklifini kabul eder ve ailece uzak bir kasabada uzun zamandır boş olan (acaba neden?) gözlerden ırak büyük bir eve taşınırlar. 'Ev değil şato şato' diyesim geliyor.. Buraya yerleşen aile kasabanın ve evin geçmişini öğrendikçe gerilim artıyor. Ev 2. Dünya Savaşı sırasında yetimhane olarak kullanılmış ve muhtemelen evi yer altı deresinin üzerine inşa edip bodruma bir kuyu yerleştiren mimarın azizliğine uğrayarak, içinde yaşayan herkesi çıkan büyük sele teslim etmiştir. (Bunun aslında bu kadarla kalmadığını acı bir şekilde öğreniyoruz son bölümde.)
Bir vazgeçilmez daha: Sararmış fotoğraflar!
 Yetimler, sayko müdür, müdürün kardeşi ve kıvırcık saçları ve tertemiz yüreği ile Nancy
   Yetimhane gebertilesi psikopat bir müdür olan Augustus Cribben ve onun tokatlanılası kız kardeşi tarafından idare ediliyor. Müdür yetimhaneden kaçan bir çocuğu yakalamak için dışarı çıktığında savaş nedeniyle yanında patlayan bir bomba yüzünden yaralanmış ve muhtemelen dengesizliği buna bağlı. Binaya girerken ayakkabıların çıkartılması (bize iyi ama onların kültüre ters), her daim sessiz olunması (çocuklarla dolu bir yer burası), yemeğin veya oyuncağın hak edilmesi yoksa aç kalınması gibi manyakça kurallarla disiplin sağlayan kurala uymayanları göz kırpmadan kızılcık sopasıyla haklayan bir müdür var karşımızda. Öyle ki ruhu çocukların ruhunun huzura kavuşmasına dahi izin vermiyor. Öne çıkan karakterler arasında okula yeni gelen kendisi de aslında bir yetim olan öğretmen Nancy, bir Alman yetimi olduğundan ve cesaretinden taviz vermediğinden devamlı acı çeken Stefan, çocuklar arasında hayatını müdüre yaltakçılıkla yaşanabilir hale getirmiş diğer çocuklardan oldukça büyük olan ispiyoncu Maurice ve son olarak Nancy ile romantik bir ilişki yaşamış ve günümüz döneminde de yaşlı haliyle karşımıza çıkan bahçıvan Perrcy var.

Allah kimsenin çocuğunu düşürmesin!
   Gerisini çok ayrıntılı anlatmayacağım ki zevki izleyene kalsın. Her hayaletli ev filminde olduğu gibi sesler, kendi kendine açılan kapılar (o bodrum kapısı yok mu kapanmadı gitti) ve her şeyi anlatmaktan çekinen komşular bu dizide de var. Hayaletleri hissetmelerine, duymalarına ve hatta acı çekmelerine rağmen inatla evde yaşamaya devam eden hatta ilk başta bunu rahatsız edici bir şekilde normal bulan aile halkının en büyük motivasyonu ise kaybolan küçük aile bireylerinin yerini öğrenebilme ihtimali. 1 yıl aradan sonra Eve ilk defa Cam'in sesini o eve gelince duyuyor ve oğlu ona karanlık bir yerde olduğunu, üşüdüğünü ve yerini onların bildiğini söylüyor. Aile bu cevaba ulaşabilmek için psişik güçleri kuvvetli bir bayan ile bu ev hakkında uzman bir adama danışıyor. Onların dahil olmasıyla işler hem karışıyor hem çözülüyor.

Sayko müdürümüzün düsturu! Ağaç yaşken eğilir gibi bir şey.
Sonuç:

   Dizinin sonu hiç beklenmedik gerçeklerle bitiyor. Gerçekten tatmin edici. Geçmiş ve günümüz ile ilgili açıklanmamış bir şey kalmıyor. 3 bölüm boyunca çocukların haline üzülüyor, kurtulacakları fikri doğdukça heyecanlanıyor, yeni sırlar açığa çıktıkça meraklanıyor, bodrum kapısı açıldıkça, ıslak ayak izlerini gördükçe ve kızılcık sopasının havaya vurunca çıkan sesini duydukça gerim gerim geriliyorsunuz. Geçmiş ile günümüzdeki olayların eşleştirilerek ilerlemesi diziyi renklendirmiş.

   Dizide her şey mükemmel mi? Tabi ki hayır! Son bölüm ömrümde izlediğim en kötü çürümüş ceset ve hayalet arası beden görüntüsüne yer veriyor. Hiç olmasaymış, sadece ses olarak veya diğerleri gibi sadece hayalet olarak kalsaymış daha iyi olurdu. Ailenin hayaletlere karşı vurdum duymazlığı da çok sinir bozucu. Üst kattan sesler gelirken Loren kızımız dikkatini dağıtabilmek için kulaklıkları takıp müzik dinliyor. Hayaletler bize zarar veremezler vurgusunu yapıp yapıp devamlı kendilerine vurulan sopalardan viyaklamaları da cabası. Hele herkese hemen güvenmeleri yok mu? Nancy'nin müdürden saklanmak için bodruma saklandığında şahit olduğu şey üzre kaçmak yerine bön bön gelin beni yakalayın diye beklemesi de çok saçmaydı.

   Son olarak eklemek istediğim dizinin konusu İspanya yapımı El Orfonato filmini bana çok hatırlattı. Kurgusu çok farklıydı tabi ama yeni taşınılan bir ev, yetimhane, ölmüş çocukların hayaletleri ve kayıp oğlunu arayan umutsuz bir anne. The Secret of Crickley Hall'da geçmiş ile günümüzü eşleştirme fikrini çok beğendim El Orfonato filminde ise olayların çözümünde kullanılan oyun mantığı çok hoşuma gitmişti.





NOT: Bu yazıyı yazarken ofis arkadaşım arkamdan geçti. Gölgesini gördüğüm anda sıçradım! Gerildim mi? Yoo ne alakası var...

5 yorum:

  1. Sömestrda başlıyorum Nekom; Dexter, Game of Thrones , Walking Dead derken gereksiz biçimde Once Upon a Time'a başladım. Fringe dediler. Once Upon a Time ın vakit kaybı oldugunu anladım Fringe varken. 3 bölüm olması güzel ve çok merak ediyorum su an dırınınımmmmm :)

    YanıtlaSil
  2. Niye beğenmedin ki acaba ben çok sevdim Once Upon a Time'ı. İlk sezon daha güzeldi kimin kim olduğunu tahmin etmeye çalışmak keyifliydi. Animasyonları biraz dandik kalıyor maalesef.

    Dexter sakın kaçırma derim. Son iki sezon muazzamdı! Fringe'ı bana da tavsiye ettiler ama sıra gelmedi.

    Umarım bunu beğenirsin ve çok gerilirsin :))))

    YanıtlaSil
  3. Dexter'ı başından beri hiç kaçırmadan izliyorum. Adam aşık olunca saçmalıyor eheh son sezonda çok açık verdi bence Nekocum yaa :) Fringe izledikten sonra neden Once Upon a Time'ın tırt kaldığını anlayacaksın. "Fringe" diyorum susuyorum eheh {böyle de merak ettiriyo...} Paylaşıcam izledikten sonra sömestrda, sevgiler :)

    YanıtlaSil
  4. Bitirdim dün gece diziyi. Ben o sayko müdürün daha acı dolu bi geçmişi olmasını beklerdim ama. Herkes aynı yerlere takılmış dizide bi o sonda hayaletlerin çıkıp gitmesi, bi de dizide hayaletlere verilen çok doğalmış tepkisi.
    Ama ben seviyorum böyle sebepsiz açılan kapıların olduğu hayalet filmlerini iyiydi yani :B

    YanıtlaSil
  5. Evet aslında böyle çocukluğuna inilseydi onun geçmişinden de bir şeyler çıksaydı falan daha iyi olabilirdi... Bence de güzeldi ya izlemeye değerdi.

    YanıtlaSil