6 Haziran 2014 Cuma

Arkadaşın Doğalı

Geçen gün ilk defa bir yabancının samimi arkadaşım olmasını istedim. Bir anda doğan bu his cidden saçma sapan bir şeyden kaynaklandı ve nihayete ulaşmadı ama benim için tuhaftı. Renkli bir insanımdır, ayrıca girişken, konuşkan vs... ama hayatın bize yüklediği bazı tabulardan dolayı bir çok insan gibi ben de kontrol ediyorum içimden fışkıran çılgınlıkları.

Ama o an o kızın ne kadar rahat ve doğal olduğunu fark ettim ve belki de hayatım daha da renklendi. Burger Kingdeyiz yiyoruz muhabbet ediyoruz falan. Yanımızdaki masa boşaldı. Ama boşaldığını anlamak için dikkatli bakmak gerekti çünkü tepsilerde patatesler soslar olduğu gibi duruyordu. İçecekler bitmiş mi belli değildi tabi ama hamburgerler yenmişti. Sanki kalkanlar ara vermiş de tekrar dönecekmiş gibi bir izlenim vardı masada. Bu sebepten bekleyen üç kişilik bir grup oraya oturmaya çalışmadı hiç. Ama o, oranın boşalmış olabileceğini düşünde ve masaya yanaştı.

Eee bunlar her şeyi bırakmış dedi, masa yemek dolu dedi, ben bir şey almayayım ya bunlarla doyarım dedi ve kendi kendine güldü. Yalnızdı, bunları kimseye söylemedi. Sadece kendi kendine konuşuyordu. Yüzünü bile net hatırlamıyorum sanırım sarı dalgalı saçları vardı. Masadaki patateslerden ağzına atmaya başladı. Bir, iki, üç... Sonra eşyalarını bırakıp içeriye yöneliyordu ki masayı toparlamaya bir görevli geldi. O paketi açılmamış sosları hemen tepsilerden ayırdı ve bunlar burada kalsın dedi, görevlinin alıyor olduğu tepsiden ağzına iki patates daha attı ve içeri gitti.

Bir anda içime bir sempati bir sıcaklık doğdu kıza karşı. Umursamadı kalmış bir şeyi yiyor olmayı, umursamadı milletin kendisini bunun için yargılayabileceğini. Güldü ve yedi. Ben de izledim onu, bakmadan, gözümü dikmeden sadece fark ettim ne kadar rahat olduğunu. Arkadaş olmak isterdim onunla. Keşke çocuk olsaydık da arkadaş olalım mı demek çok kolay olsaydı. Bunun yerine masamdakilerle ciddi konular konuşmaya devam ettik ve oradan ayrıldık.

Belki çok saçma bir olay ama bana o kızı sevdirdi vallahi...

8 Mart 2014 Cumartesi

Dünya Kadınlar Günü...


Bugün dünya kadınlar günüymüş. Bu günün dünden tek farkı telefonuma gelen bu gün için düzenlenen kampanyaları tanıtan e-mail ve SMSler ile üye olduğum yerlerden gelen tebrikler. Kuaför bile SMS yollamış. 

Sabah izlediğim haberde yine eski erkek arkadaşı tarafından otobüste vurularak öldürülen 21 yaşındaki Özge vardı. Tek suçu şuydu diyebileceğim bir suçu bile yok. Özge'nin öldüğü gün Dünya Kadınlar Günü olsaydı bir şey değişecek miydi?

Facebook'da bir arkadaş çiçekli böcekli ifadelerle tüm kadınların gününü kutlamış. Zamanında eşini ne kadar üzdüğünü yıprattığını bildiğim bir insandır kendisi.

Karısına şiddet uygulayan bir erkek bu gün onun günü diye vaz mı geçecek onu incitmekten? Bu gece geç saatte evine dönen yalnız bir bayanı taciz edenlerin dahası buna hakkı olduğunu düşünenlerin davranışı veya zihniyeti mi değişecek? İkisi de akademisyen olan arkadaşım aynı üniversitede çalışmak istediklerinde kendisinde 'Karına söyle istifa etsin çocuğuna baksın' diyebilme hakkını gören dekanın bakış açısı bu gün farklı mı? 

Ne günü bu gün? Kutlayacak ne var? Kremlerde indirim yaptınız, kadınlara çiçek benzetmesini yakıştırdınız, sosyal medyadan kutlayıp kendinizi çok naif ve düşünceli gösterdiniz... Günü hakkıyla kotardınız tebrikler...

19 Kasım 2013 Salı

Sadece Biraz Hoşgörü

  Türk milletinin özünde ne kadar sabırsız ve tahammülsüz olduğu trafikte belli olur. İnsanoğlunun diye başlayabilirdim bu cümleye ama mükemmel trafik sistemi algısını yayasından sürücüsüne kadar trafikte yer alan her bir üyeye oturtmuş ülkeler gördükten sonra başlayamıyorum haliyle. Trafik sıkışıklığı veya trafikte sizi durdurmaya, yavaşlatmaya veya yapmak istediğiniz şeyi yaptırmamaya (bu kural dışı bile olsa) yönelik her hareket bir kavga sebebi bizim ülkemizde. Kırmızı ışıkta 2 sn geç kalktığı dahası sarıda daha harekete başlamadığı için korna yemeyen var mı? Kornayı duyuyoruz ağızlarından dökülen cümleleri iyi ki duymuyoruz...

  Ben yaklaşık 11 yıldır araba kullanıyorum. Bu konuda usta olduğunu düşündüğüm insanlardan araba kullanma konusunda övgü alıyorum. 'Bir bayana göre' iyi kullandığımı söylüyorlar. Bu nasıl bir kriterdir? Bir bayan göre ne demektir? Bayanlar kötü mü kullanır? Hayır hiç sanmıyorum. Bence kötü araç kullanan bayan yoktur tahammülsüz şoför vardır!

  Hiç kimse annesinin karnından araba kullanmayı bilerek dünyaya gelmiyor. Yürümeyi düşe kalka öğrendiğimiz gibi araba kullanmayı da deneye yanıla öğreniyoruz. Genele vurulduğunda bayanlar erkekler kadar araba kullanma şansı yakalamıyor. Bu şansı yakalayanlar da zaten yıllardır ustalaşmış, kuralda da kuralsızlıkta da sınır tanımayan, tahammülsüz sürücülerle dolu bir havuzun içinde buluyorlar kendilerini. Zaten naif olan yapılarıyla kazasız belasız ulaşmaya çalışıyorlar gidecekleri yere. Yeni araba kullanmaya başlayan arkadaşlarımın arkadan araba geldiğini görünce daha arkadaki hiçbir şey yapmadan gerildiğini görüyorum. Çünkü biliyorlar ki arkadan gelen tahammülsüz bir sürücü. Bu sürücü erkek de olabilir bayan da olabilir kesin olan bir şey varsa sana söylenme şansı yüksektir.

  Her zaman böyle olmak zorunda değiliz. Bunu çok kısa bir örnekle anlatayım. Geçenlerde dar bir sokakta ilerliyorduk eşimle. Annemi ve kızımı alacaktık parktan. Yol yeterince dar değil gibi bir de sağlı sollu arabalar park etmişti. Çocuk parkının yanından geçerken durmak zorunda kaldık çünkü tam önümüzde bir bayan şu an modelini hatırlayamadığım ufak bir arabasıyla boş bulduğu bir alana park etmek istiyordu. Ancak manevralarından acemi olduğu ve park etmeyi başaramayacağı çok net belli oluyordu. Arkamızda önce bir sonra iki derken beş-altı tane araba birikmeye başladı. Karşıdan gelen 2 arabayla da kadroyu tamamlamış olduk. Bayan park edemiyor ve bulduğu park yerini de bırakmak istemiyordu, o yolu tıkamaya devam ettiği için de herkes bekliyordu. Eşim söylenmeye başladı. 'ohoo, kaldık burada, bu manevrayla park edemez bu, çok acemi, böyle girmeye çalışırsa gene olmaz, arkamızda bir sürü araba birikti vs...'. Ben de 'Kadın park edemeyecekse in yardım et' dedim. 'Manevrayı nasıl yapması gerektiğini söyle, park ettir yolu aç' dedim. El frenini çekti indi, bayana nasıl park etmesi gerektiği konusunda kibarca direktifler verdi. Bayan minnettar bir şekilde teşekkür etti. Yol açıldı ve ilerledik. Kimse küfür etmedi, kimse kornaya basmadı, kimse bağırıp çağırmadı. Eşimin inip yardım ettiğini gören herkes sakince bekledi. Yol açılınca herkes yoluna devam etti. Aslında her şey bu kadar basit...

  Eleştirip yerden yere vuracağımıza yardım etsek, hoşgörü göstersek, tahammül etsek, sabretsek trafikte daha mutlu yol alabiliriz. Kurallara uymayıp uyarıldığında tersleyenler var tabi bir de.. Onları Allah'a havale ediyorum...

10 Ocak 2013 Perşembe

THE SECRET OF CRICKLEY HALL


   İngiliz yapımı olan bu dizinin benim için en güzel yanı sadece 3 bölümden olaşan bir mini dizi olması ve tabii ki kulağıma sağladığı British aksanı :) Dizi çok satanlar listesinde yer alan bir kitaptan uyarlama ve güçlü bir kurgu ile ilerliyor. 1943 ve 2012 yıllarında yaşanan olayları üst üste örtüştürerek anlatması bana önce zaman kayması mantığını mı uygulayacaklar diye düşündürürken sonradan aslında bir hayaletli ev senaryosu olduğu ortaya çıktı. Fakat içinde fazlaca dram barındıran bir senaryo.

   Keyifle izledim ve izlenmeye değer olduğunu düşünmekteyim. Şöyle ki;

Giriş:

Hayaletli filmlerin vazgeçilmezi ürkünç ev Crickley Hall
   İlk bölüm  Londra'da yaşayan  Eve'in (anne) dizinin yarısının konu edileceği yetimhaneyi ve yetimlerin yaşadıklarının bir sahnesini gördüğü rüyanın görüntüleri ile başlıyor. Eve , Gabe (baba) ve evin üç çocuğu mutlu ama yoğun bir sabaha uyanıyorlar.Cam (küçük oğlan) ile annesinin arasında yer alan ilginç psişik bağlantı aynı anda uyanmalarına bazen aynı rüyayı görmelerine ve yanyana değilken bile bazen birbirlerinin sesini duyabilmelerine olanak sağlıyor. Bir de sadece ikisinde olan benzer bir parmak yamukluğu var ki ne alakası olduğunu hala çözebilmiş değilim. Enteresan olan tüm aile bunu gayet normal karşılıyor, diğer 2 kız Loren ve küçük Cally neden kendi sesinin duyulmadığını dert etmiyor. Derken herkes işine gücüne dağılıyor yorgun annemiz arabayla ilerlerken ısrarlarına dayanamadığı küçük oğlan Cam'i parka götürüyor. Cam parkta oynarken bir anlığına uyuya kalan Eve uyandığında oğlunu bulamıyor ve asıl kurgu bundan sonra başlıyor.

Çocuğunu arayan zavallı anne Eve
Kaybolan Cam'den sonra kalan diğer 3 aile üyesi Loren burada göründüğü gibi kambur değil.  Gabe ise burada göründüğü gibi çok yakışıklı
Gelişme:

   Uzun aramalara rağmen küçük Cam'den bir haber gelmemiş ve kaybolmasının üzerinden 1 yıl geçmiştir. Yakışıklı babamız Gabe acılı annenin ızdırabının yıl dönümünde artacağını düşündüğünden şehir dışında aldığı kısa süreli bir iş teklifini kabul eder ve ailece uzak bir kasabada uzun zamandır boş olan (acaba neden?) gözlerden ırak büyük bir eve taşınırlar. 'Ev değil şato şato' diyesim geliyor.. Buraya yerleşen aile kasabanın ve evin geçmişini öğrendikçe gerilim artıyor. Ev 2. Dünya Savaşı sırasında yetimhane olarak kullanılmış ve muhtemelen evi yer altı deresinin üzerine inşa edip bodruma bir kuyu yerleştiren mimarın azizliğine uğrayarak, içinde yaşayan herkesi çıkan büyük sele teslim etmiştir. (Bunun aslında bu kadarla kalmadığını acı bir şekilde öğreniyoruz son bölümde.)
Bir vazgeçilmez daha: Sararmış fotoğraflar!
 Yetimler, sayko müdür, müdürün kardeşi ve kıvırcık saçları ve tertemiz yüreği ile Nancy
   Yetimhane gebertilesi psikopat bir müdür olan Augustus Cribben ve onun tokatlanılası kız kardeşi tarafından idare ediliyor. Müdür yetimhaneden kaçan bir çocuğu yakalamak için dışarı çıktığında savaş nedeniyle yanında patlayan bir bomba yüzünden yaralanmış ve muhtemelen dengesizliği buna bağlı. Binaya girerken ayakkabıların çıkartılması (bize iyi ama onların kültüre ters), her daim sessiz olunması (çocuklarla dolu bir yer burası), yemeğin veya oyuncağın hak edilmesi yoksa aç kalınması gibi manyakça kurallarla disiplin sağlayan kurala uymayanları göz kırpmadan kızılcık sopasıyla haklayan bir müdür var karşımızda. Öyle ki ruhu çocukların ruhunun huzura kavuşmasına dahi izin vermiyor. Öne çıkan karakterler arasında okula yeni gelen kendisi de aslında bir yetim olan öğretmen Nancy, bir Alman yetimi olduğundan ve cesaretinden taviz vermediğinden devamlı acı çeken Stefan, çocuklar arasında hayatını müdüre yaltakçılıkla yaşanabilir hale getirmiş diğer çocuklardan oldukça büyük olan ispiyoncu Maurice ve son olarak Nancy ile romantik bir ilişki yaşamış ve günümüz döneminde de yaşlı haliyle karşımıza çıkan bahçıvan Perrcy var.

Allah kimsenin çocuğunu düşürmesin!
   Gerisini çok ayrıntılı anlatmayacağım ki zevki izleyene kalsın. Her hayaletli ev filminde olduğu gibi sesler, kendi kendine açılan kapılar (o bodrum kapısı yok mu kapanmadı gitti) ve her şeyi anlatmaktan çekinen komşular bu dizide de var. Hayaletleri hissetmelerine, duymalarına ve hatta acı çekmelerine rağmen inatla evde yaşamaya devam eden hatta ilk başta bunu rahatsız edici bir şekilde normal bulan aile halkının en büyük motivasyonu ise kaybolan küçük aile bireylerinin yerini öğrenebilme ihtimali. 1 yıl aradan sonra Eve ilk defa Cam'in sesini o eve gelince duyuyor ve oğlu ona karanlık bir yerde olduğunu, üşüdüğünü ve yerini onların bildiğini söylüyor. Aile bu cevaba ulaşabilmek için psişik güçleri kuvvetli bir bayan ile bu ev hakkında uzman bir adama danışıyor. Onların dahil olmasıyla işler hem karışıyor hem çözülüyor.

Sayko müdürümüzün düsturu! Ağaç yaşken eğilir gibi bir şey.
Sonuç:

   Dizinin sonu hiç beklenmedik gerçeklerle bitiyor. Gerçekten tatmin edici. Geçmiş ve günümüz ile ilgili açıklanmamış bir şey kalmıyor. 3 bölüm boyunca çocukların haline üzülüyor, kurtulacakları fikri doğdukça heyecanlanıyor, yeni sırlar açığa çıktıkça meraklanıyor, bodrum kapısı açıldıkça, ıslak ayak izlerini gördükçe ve kızılcık sopasının havaya vurunca çıkan sesini duydukça gerim gerim geriliyorsunuz. Geçmiş ile günümüzdeki olayların eşleştirilerek ilerlemesi diziyi renklendirmiş.

   Dizide her şey mükemmel mi? Tabi ki hayır! Son bölüm ömrümde izlediğim en kötü çürümüş ceset ve hayalet arası beden görüntüsüne yer veriyor. Hiç olmasaymış, sadece ses olarak veya diğerleri gibi sadece hayalet olarak kalsaymış daha iyi olurdu. Ailenin hayaletlere karşı vurdum duymazlığı da çok sinir bozucu. Üst kattan sesler gelirken Loren kızımız dikkatini dağıtabilmek için kulaklıkları takıp müzik dinliyor. Hayaletler bize zarar veremezler vurgusunu yapıp yapıp devamlı kendilerine vurulan sopalardan viyaklamaları da cabası. Hele herkese hemen güvenmeleri yok mu? Nancy'nin müdürden saklanmak için bodruma saklandığında şahit olduğu şey üzre kaçmak yerine bön bön gelin beni yakalayın diye beklemesi de çok saçmaydı.

   Son olarak eklemek istediğim dizinin konusu İspanya yapımı El Orfonato filmini bana çok hatırlattı. Kurgusu çok farklıydı tabi ama yeni taşınılan bir ev, yetimhane, ölmüş çocukların hayaletleri ve kayıp oğlunu arayan umutsuz bir anne. The Secret of Crickley Hall'da geçmiş ile günümüzü eşleştirme fikrini çok beğendim El Orfonato filminde ise olayların çözümünde kullanılan oyun mantığı çok hoşuma gitmişti.





NOT: Bu yazıyı yazarken ofis arkadaşım arkamdan geçti. Gölgesini gördüğüm anda sıçradım! Gerildim mi? Yoo ne alakası var...

3 Ocak 2013 Perşembe

Body Worlds'e Gittim Ben

Biyolojiye diğer fen dallarına göre daha ilgiliyimdir ben. İnsan anotomisi de her zaman ilgi çekerdi zaten. Las Vegas'a gittiğimizde bir oteldeki Body Worlds sergisini gezmeyi çok istemiş lakin kişi başı 25$ bileti duyunca dahası vaktimiz de daralınca vazgeçmiştik. Zaten Koca pek sevmez böyle ettir kemiktir kandır vs...

Duydum ki Kentpark'a gelmiş dedim gideyim o zaman. İş yerinden arkadaşlarla toplaştık gittik bir gün. Sergi tek kelime ile muazzamdı. İlk girişte yaşlanma teması ile ilgili posterler ve yazılar karşılıyor sizi. Devamında anne karnındaki bir bebeğin hafta hafta gelişiminin gösterildiği kavanozlarda gerçek embriyolar inceleniyor. Daha sonra doğmuş bebeklerin belli aylardaki bedenleri. Devamında ise kimisinin kasları, kimisinin kemikleri kimisinin ise iç organları sergilendiği gerçek insan bedenleri çıkıyor karşınıza. Her ayrıntı o kadar net ki hayran olmaktan insan kendini alamıyor.

Her organ ve her sistem için ayrı bölmelerde ayrıntılı görseller ve bilgiler var. İnanılmaz detaylı hazırlanmıştı her köşe.. Bu resimde baba kas sistemini anne ve çocuk da iskelet sistemini sergiliyor. Çocuğun kafa tası ve kulaklardaki gariplikten sanki bir rahatsızlığı var gibi düşündük...

Bu gezi hepimizi etkiledi ama aynı zamanda çok da eğlendirdi. 5 fencinin böyle bir yere gitmesi demek konuşacak çok konu çıkacak demekti. Herkes gördükleriyle ilgili neler bildiğini gösterme çabasına girdi. Aha burası tendonlar işte şurası bu burası bu. Solunum sistemi ile ilgili bölümde gırtlak kısmı hakkında aramızda o kadar çok konuşmuşuz ki bize kulak kabartan güvenlik görevlisi -Peki hocam boğaza bir şey kaçınca boğulma nasıl oluyor?- diye sordu bize. Arkadaşım ciddiyetle açıklarken ben gülmemek için kendimi zor tuttum. Başka birisi de tıp öğrencisi olduğumuzu zannetmiş :)
Bu resimde vücudu bölmelere ayırmışlar. Kemikleri ve ilikleri muz meyvesine benzeten arkadaş sağolsun hepimizi muzdan soğuttu. Günün bombası erkek olduğu gayet bariz olan bir bedene -Bu kızın damarları...- şeklinde bir yorum yapan arkadaşın hepimizi utançtan sağa sola savurması ile gelirken günün kazancı bence anne karnında 10 haftalık olmuş bir bebeğin gelişiminin aslında ne kadar tamam olduğunu görmekti. Kürtaj 10 haftaya kadar yapılabiliyor lakin o bebek aslında tam bir bebek. Minicik ellerindeki parmaklar dahi seçilebiliyordu. Ayrıca normal kiloda bir insan bedeni ile obez bir insanın bedenini karşılaştıran vücut kesitleri muazzamdı. Bence bunu herkes görmeli ve yediğine içtiğine dikkat etmeli. :) Organların arasının ve derinin altının yağ dolu olması çok iğrençti!

Ömrümce hatırlayacağım bir deneyimdi Body Worlds. en baştan beri bunları nasıl böyle saklıyorlar diye kendinize sorup durduğunuz soruyu cevaplamayı da ihmal etmemişler bedenlerin hazırlanış sürecini anlatan kısa bir film koyarak bu merakınıza ışık tutmuşlar. Bedenlerin sergilendiği bir etkinlikten öte bilgilendirici bir fen müzesi kıvamındaydı.

NOT: Foto yasaktı bu resimler internetten...

10 Aralık 2012 Pazartesi

2013'e Hazırlık


Önümüzdeki sene için kendime şimdiden hedefler koymalıyım. İşte 2013 bittiğinde öğrenmiş ve uygulamayı başarmış olmam gereken 6 şey (Aslında 10 şeye tamamlasam daha karizmatik olurdu ama azla yetinmeyi severim ben ^^ ):

1) Topuklu Ayakkabı Giyebilmek
O yüksek ökçeleriyle tıkır tıkır yürüyebilen hanımlar, o güzel ayakkabılarla daha güzel ve daha sexy görünmenin formülünü uygulayabilen bayanlar, o şıklığın ve zarafetin olmazsa olmazı ince topuklarla baş edebilen kadınlar! Geliyorum, ben de sizden biri olacağım. Babetlerle olacak iş değil bu. Azdan çoğa doğru artırarak topukluya geçiş yapma zamanıdır! Önümüzdeki sene topuklu ayakkabıların egemenliğinde geçecektir o kadar!!! (Düşersem ya kimse olmasın ya da beni tanımayan insanlar olsun çevremde lütfen.)


2) Zaman Yönetimi
Bir kızım, bir kocam, bir evim, bir işim, ve yazılmayı bekleyen bir doktora tezim olduğu için saatleri iyi ayarlamayı ve vakitleri değerlendirmeyi iyi öğrenmeliyim. Yoksa hepsi çorba olacak...


3)1 Lisan 1 İnsan, 2 Lisan Kaç İnsan Bilirsin İşte...
Amerika'da az çok kotardım İngilizce konuşma işini. Daha alacak çok yol var ama olsun idare ediyoruz.  O bitmeden ben Japoncaya devam ediyorum son sürat. 3. kuru alıyorum. 2013'teki amacım ise geliştirmek değil öğrendiklerimi unutmamak :)


4) 2 Yaş Sendromu İle Başedebilme
Evet gelecek geliyor geldi derken, kızımın 2 yaşsendromu dümdüz dikiliyor karşımızda. Aslına bakarsan uyumlu bir çocuk ama bazen... İşte o bazenleri bir sabırla aşabilsek. Giymem, yemem, içmem, gitmem, mem mem mem...



5) Tekrar Bakımlı Bir Bayana Dönüşebilmek
Gelen annelikle giden bakıma zaman ayırma huyu sadece tırnak kesme olayından çıkmalı ve boy atmalı artık! Bir saat de sürse o saça o fön çekilecek, o kirpikler rimellenecek, o gözlere kalem çekilecek arkadaş! Ruju ofiste de sürersin acele etme, daha evden çıkarken kızını öpeceksin...

6) Koltuğumun Altında Kırmızı Ciltli Bir Tez

2. maddeyi başarabilirsem bu da gelir zaten. Öyle hayallerim olduğundan değil de artık kabak tadı verdiğinden bitirmek istiyorum artık. Yazmadan bitmeyen bir şey olduğundan kendisi, parmaklarımın ucunda çıkmaya başlayacağı günü bekliyor hala. Bir başlasam ah bir başlasaaaammm >.<

Muhteşem Akıllı Telefonların Çocuklardaki Yan Etkileri


  Bilgisayarın ve internetin gelip de cuk diye hayatımıza kurulduğu günden itibaren tartışılan önemli konulardan biri de sebep olduğu bağımlılık duygusu. Evde bir şeyi ararken CTRL+F tuşuna basma isteğinden tutun da bulamazsan nasılsa başka bir yerden yenisini bulabilirsin (sanki başka yere de kaydetmişsin de o kaynaktan edinirsin)hissiyatına, bilgiye anında ulaşıp anında paylaşma sayesinde çok bilir görünme şımarıklığına kadar say say bitmez davranışlar halinde yer etti hayatımızda. Her gün bir fasıl bilgisayar başına oturmadan edemez olduk. Kötü bir şey değil bu aslında, zamandan tasarruf sağlar günlerce uğraşarak yapacağımız şeyi daha az emek harcayarak gerçekleştirmemize olanak tanır.
  O bir yana, işin boyutu akıllı telefonlar ve tabletler gelince bambaşka bir hal aldı. Koca bilgisayarlar artık cepte, her an elimizin altındaydı. Telefon görevinin üstüne bize sıkılınca oyun oynamak, internette sörf yapmak, yeterince geniş ekranlarında dizi-film izlemek, fotoğraf çekmekle kalmayıp paylaşmak, kitap okumak gibi bir sürü avantajı olan rengarenk bir dünya sundular.
  Teknoloji çağında doğmuş ve bizim dönemimizce şanslı addedilen çocuklar da bu nimetten nasiplerini aldılar. Mesele kendi çocuğu olunca ebeveynlerin kendini durduramayacağını çok iyi bilen şirketler o minik parmakların idare edebileceği uygulamalar ürettiler. I-phone için satılan uygulamaların neredeyse yarısının çocuklara yönelik olduğunu biliyor musunuz? Son sürat bunları indirip çocuklarına veren biz ebeveynler ise bir araya geldiğimizde -1 yaşındaydı iphonun tuş kilidini kendisi açtı-, -Benim ki A oyununu çok iyi oluyor-, -Benim kıza puzzle oyunu dayandıramıyoruz-, -Şu videoyla saymayı renkleri zırtı zibili öğrendi- veya -Bak şu app çok güzel sen de indir oynasın- şeklinde cümleler kurar olduk. Neden olmasın ki.. Gidip dünya kadar para verip alacağımız puzzleların alası vardı cebimizde. Bilmem kaç megabyte çizgi-film, eğitici video, şarkı da cabası. Çok pratik kolay ve oyalayıcıydı. Dışarı çıkınca durmayan çocuğa, arabadaki çocuğa, sinir krizi geçiren çocuğa, seni arkadaşınla 2 kelime konuşturmayan çocuğa, evde seninle oyun oynamak için çekiştiren çocuğa bire birdi telefonlar-tabletler.
  Ama bir nokta vardı her zaman göz ardı edilen. Herşeyin fazlası zarardı. Sen bir oyuncak almak istediğinde ne gerek var bizim zamanımızda bu mu vardı diye cevap veren zihniyet çocuğun eline cep telefonunu verip kullanışını hayranlıkla izlerken kendi zamanında var olanlardan da esirgedi onu. Dışarıdayken eline verilen cihaz onu keşfetmekten, evde verilen sosyallikten esirgedi. Merak duygusunu, gözlemlemeyi, incelemeyi, yaşayarak öğrenmeyi köreltti. Montessori eğitimi uzmanı bir okul öncesi öğretmeni arkadaşımın dikkat çektiği nokta bunun bir başka noktası. Çocuklar onlara geldiklerinde sayıları, renkleri ve hatta okumayı biliyorlar lakin kalem tutamıyor, puzzle yerleştiremiyor ve makasla kağıt kesemiyorlarmış. En büyük etkenin her daim elimizin altında olan teknoloji olduğundan hemfikirdik.
  Çocukları teknolojiden uzak tutmak mümkün mü? Bir dağ evine yerleşip elektriksiz mi yaşayalım? Tabii ki hayır. Ama her şeyi sınırlamak bizim elimizde. Her daim evde önüne sunulmuş eğlenceli bir dünya varken okula gitmek istemeyen çocuklar yetiştirmek de, her şeyi kararında yaşama ve tatmin olma duygusuna sahip çocuklar yetiştirmek de bizim elimizde. Ben ikincisini tercih ediyor kızımın iphoe veya ipad kullanımını sınırlıyorum. Kullandığımız uygulamaları özenle seçiyorum. Sen yerleştirmeden şak diye oturan puzzleların yapamadığını gerçek puzzlelarla yapmaya çalışıyorum. Bırakmak istemediğinde ne mi yapıyorum? Ya sevdiği kitaplarından birini alıp çok eğlenerek okuyorum yada oyuncaklarıyla ballandıra ballandıra oynuyorum. Böyle bir durumda bırakıp bana katılmaması mümkün mü hiç?